May 20, 2024

Victoria Dönemi Romanlarında Kadın Katiller

sucustu.net 2024-3

Kadınların “Evin Meleği” addedildiği Kraliçe Victoria döneminden bugüne şiddetin erkeklere özgü olduğu düşünülür. Doktor Jekyll ve Bay Hyde ve katil berber Sweeney Todd gibi karakterlerin kan dondurucu hikayeleri meşhurdur. Oysa Bram Stoker’ın romanı Drakula (1897) ile aynı yılda basılan ve bir kadın vampirin hikayesini anlatan Florence Marryat’ın Vampir Kanı, ilgi görmedi. Erken Victoria Çağı’nda cinayet davalılarının yüzde kırkı kadın olmasına rağmen sözde meleklerin suçları pek kayda geçmedi. Çoğunlukla erkek suçlulara odaklanan çalışmaların aksine Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence[1] başlıklı kitabım, romanlardaki kadın katilleri dönemin ataerkil, etnik, dini ve sınıf ideolojileri ışığında inceler. Thomas Hardy’nin Tess, George Eliot’ın Adam Bede, Mary Elizabeth Braddon’ın Lady Audley’nin Sırrı, Florence Marryat’ın Vampir Kanı romanlarındaki kadınlar; boşanma ve mülkiyet hakları olmadığı için şiddete başvurur. 

George Eliot, Adam Bede’i (1859) yazarken 1802’de altı yaşındaki kızını arsenikle zehirlediği için idam edilen Mary Voce’nin davasından esinlenmiştir. Romanda, Arthur’un terk ettiği 17 yaşındaki öksüz Hetty, tutucu köyünden dışlanmamak ve onu seven Adam ile yuva kurmak için evlilik dışı doğurduğu bebeğini canlı canlı gömer. Kâbuslarında bebeğinin haykırışlarını duyarak olay yerine döndüğünde yakalanır. Kadınların ekonomik özgürlüğü olmadığı ve değerlerinin iffetleriyle ölçüldüğü toplumda bebek cinayetleri artmıştır. Roman, kadınların işlediği suçların yeteri kadar araştırılmadığını ve fiziksel görünümlerine göre yargılandıklarını gösterir. Mahkeme delillere değil, dedikoduya itimat eder. Yalnız başına seyahat eden, dağınık saçlı ve ihtirasın rengi kırmızıyı giyen Hetty mutlaka suçludur. Güvenilmez hukuk sistemi eleştirilse de Hetty’nin ülkeden sınır dışı edilmesiyle köyde yeniden güneş doğar. Roman, anneliğin kutsallığını sorgulasa da Hetty’nin dindar ve bakire kuzeni Dinah ile Adam’ın mutlu evliliğiyle biterek domestik düzeni destekler. 

Thomas Hardy’nin 1891’de yayımlanan romanında, yoksul bir ailenin kızı Tess, kendisine tecavüz eden arazi sahibi Alec’i bıçaklayıp öldürerek zenginlerin cezalandırılmadığı toplumdan intikamını alır. Tecavüz ve cinayet vakaları, doğayla özdeşleştirilen kırsalın sözde masumiyetini alaşağı eder. Köy, şehir kadar tekinsizdir. Hardy, tecavüzü sadece kadının gözyaşıyla ima etse de bazı eleştirmenler, romanı “günah ve utanç hikayesi” olarak nitelendirir. Bir rahip, The Times’da “vahşet ve şehvet” içeren kitabı, “tren vagonunun camından aşağıya attığını” yazmıştır. Ahlaki değerleri sorgulanan Hardy, eleştirilere cevaben Tess’in suçunun “normal karakterinin dışında kaldığını” yazar. Fakat karakterin şiddet eğiliminin irsi olduğunu vurgulayarak Tess’i hür iradeli ve güçlü bir kadından çok geçmişin kurbanı olarak resmeder. 1979’da romanı filme uyarlayan yönetmen Roman Polanski ise intikam savaşçısını güzelliğine indirger. Zengin bir erkeğin cinsel taciz suçunu görmezden gelen hâkimlerin Tess’i ölüm cezasına çarptırması, ataerkil hukuk sistemini eleştirir.

Mary Elizabeth Braddon’ın Lady Audley’nin Sırrı (1862) romanında genç ve güzel Lucy, malikânesinin arka bahçesinde cinayete teşebbüs ederek evin korunaklı imajını sarsar. Kadınların boşanma hakkı olmadığı için eşinin yokluğunda kendisini ölmüş gibi gösterir. Farklı bir kimlikle Sör Audley ile evlenerek hayallerindeki lükse kavuşur. Ansızın kapısını çalan ilk kocasını, evin arka bahçesindeki kuyuya atar. Audley’nin servetine konmak için zehirlemek ister. Kocasının avukat yeğeni Robert, bir detektif gibi Lucy’nin izini sürdüğünde, konak erkek egemen bir mahkemeye döner. Robert, evini yakmaya çalışan Lucy’yi akıl hastanesine gönderir. Tımarhane ve malikânenin demir parmaklıkları, topluma karşı gelen kadınların hapsedilerek cezalandırıldığını gösterir. Şiddete meyilli ya da cinsel sapkın olarak görülen kadınlar, aile onurunu zedelemesin diye akıl hastanesine kapatılır. Roman, kadınların boşanma ve mülkiyet hakkı olmadıkları için şiddete başvurduklarını vurgular. Cinayet mahallinin Londra’nın arka sokakları yerine bir malikâne ve suçlunun da bir ev kadını olması ailenin kutsallığını sorgular. 

Florence Marryat’ın Vampir Kanı (1897) romanında 19 yaşındaki Harriet Brandt, hem vampir hem insan, hem İngiliz hem Jamaikalı, hem seven hem öldürendir. Gizemli cinsel kimliğiyle on dokuzuncu yüzyıl sonu Avrupa’sındaki kültürel değişim ve türbülansı temsil eder. Belçika’nın sahilinde Hotel Lion d’Or’da konaklayan zengin Avrupalılar; Harriet’ın ataerkil düzeni, bilimin üstünlüğünü ve ırkçı söylemleri altüst eden çok kültürlü kimliği karşısında âdeta hastalanır. Harriet’ın oteli kirlettiğine inandıkları melez kanı, doğaüstü güçleri ve cinsel özgürlüğü karşısında başları döner ve mideleri bulanır. Sevdiklerinin hayat enerjisini istemsiz bir şekilde içine çekmesi yüzünden otelde sevip okşadığı bir bebek ve kocası yavaş yavaş hastalanır ve ölür. Harriet’ın yakınları, on dokuzuncu yüzyıl sonunda tür, ırk ve cinsiyet kategorilerini sarsan çalkantıya uyum sağlayamadıkları için ölür. Kontrol edemediği ruhani güçleri yüzünden balayında kocasını öldürdükten sonra intihar eden Harriet, tabuları kıran ve arada derede kalan kimliğini kendi de kabul edememiştir. Avrupa’nın değişen sosyal ve politik atmosferine ayak uyduramayanları öldüren hastalık, yüzyıl sonunun baş döndürücü etkisini vurgulayan bir metafordur.

Bu dört roman, kadınların da şiddete başvurabileceğini göstererek geleneksel cinsiyet rollerini sorgulasalar da cinsel arzuyu tehlikeyle özdeşleştirir. Eliot, Hardy, Braddon ve Marryat’ın dini bütün ve iffetli karakterleri cinayet işlemez. Hristiyanlık öğretilerine uymayan ve yasak aşk yaşayan kadınlar katildir. Romanların sonunda toplum, suçlulardan arındırılır: pagan Tess idam edilir; bebeğini gömen Hetty, İngiltere’nin kolonilerine sürülür; iki eşli Lucy tımarhaneye kapatılır; sevdiklerinin hayat enerjisiyle beslenen Harriet intihar eder. Romanlar, inançsız ya da fettan kadınları güvenilmez addetse de kadınların biyolojik olarak uysal ve itaatkâr oldukları inancını yıkar. Cinsiyet ve ekonomik eşitsizliğin hâkim olduğu ataerkil toplumda ne ev kutsal bir sığınak ne de kadın bir melektir.


[1] https://www.cambridgescholars.com/resources/pdfs/978-1-4438-8728-1-sample.pdf

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!
Verified by MonsterInsights