May 17, 2024

Elif Şafak, Kayıp Ağaçlar Adası’nda Kaybolamayan Okuyucu

Neden savaşlar hep aşk üzerinden kurgulanır? Isabel Allende, Denizin Uzun Taçyaprağı’nda (2019) İspanya İç Savaşı’nı (1936-1939) ve Elif Şafak, Kayıp Ağaçlar Adası’nda (2021) 1974 Kıbrıs Harekatı’nı imkânsız aşklar üzerinden anlatıyor. Politik çatışmaların yarattığı fiziksel, psikolojik ve coğrafi yıkımlara dikkat çekmek için okuyucunun duygularına hitap etmek çok etkili bir tekniktir. Allende’nin hikayesinde, bir doktorun savaşta ölen abisinin karısıyla yaptığı evlilik onaylanacak mı diye düşünürken cumhuriyetçiler ve milliyetçiler arasındaki korkunç çatışmayı öğreniriz. Şafak’ın romanında Türk ve Rum sevgililere sempati duyarken savaşın 2000’lerde İngiltere’ye taşınmış çifti ve 2010’ların sonunda kızlarını bir gölge gibi kovaladığını görürüz. Okuyucu, geçmişin travmalarına şahit olurken her türlü zorluğa göğüs geren aşklar da göklere çıkarılır. Bu sebeple aşka bel bağlamayan savaş anlatıları beni daha çok etkiler. 

Türk ve Rum kesimlerine bölünmüş Lefkoşa’nın darbe almış bir kalbe benzetildiği romanda, aşk ve savaş ayrılmaz bir ikili: “Başkent, kalbe vurulan bir hançer darbesi gibi onu orta yerinden kesen bir duvarla ikiye bölünmüştü” (18). Zamanında et ve kemik gibi kenetlenmiş toplum, tel örgülerle ayrılmış. Halk, savaşın acısını aşklarıyla bölünmeye kafa tutanlardan çıkarıyor. Kızlarına Yunan mitolojisinde defne ağacına dönüşen Daphne’nin adını veren aile, Rum damada şiddetle karşı çıkıyor. Kostas ise Defne’yi unutması için yurt dışına gönderiliyor. Aile baskısından kaçan çift, Londra’da evleniyor. Türk ya da Rum olarak kategorize edilemeyen kızları Ada Kazancakis, adadaki Kuzey-Güney sınır hattını adeta alaşağı ediyor. 

Lefkoşa’da ötekileştirilen aşıkların gizlice buluştukları Mutlu İncir tavernasının sahipleri Yusuf ve Yiorgos, eşcinsel ilişkileri yüzünden öldürülüp kuyuya atılıyor. Farklı etnik grupları, dinleri ve iki erkeği bir araya getiren aşk, savaş kadar tehlikeli. İki kesimin de kaybolan çift hakkında konuşmaması, halkın töre adına kenetlendiğini gösteriyor. Aşkına kavuşan Defne, Yusuf ve Yiorgos’tan daha şanslı olsa da alkolle unutmaya çalıştığı Lefkoşa’nın ölümcül havası onu Londra’da yakalıyor. 

Geleneksel aşk ve savaş ikilisi, Mutlu İncir tavernasının ortasında büyüyen bir ağaçta buluştuğunda cinsiyet, etnik ve tür ayrımcılığının birbirine paralel olduğunu görüyoruz. Anlatıcı İncir Ağacı, kendilerini “diğer tüm yaşam biçimlerinden üstün” gören ve bitkileri görmezden gelen insanlardan şikayetçi (63). Sadece “şirin buldukları” köpek ve pandalara ilgi duyduklarından ve fare gibi “sevimsiz” hayvan türlerini katlettiklerinden hayıflanıyor. Oysa bu bilge ağaca göre, “Nerede savaş ve sancılı bir ayrışma varsa, orada kazanan hiç kimse olmayacaktır-ne insan ne de başka bir türden” (221). Son bölümde, Kostas’ın Lefkoşa’dan Londra’ya getirdiği ve tutkuyla bakıp sevdiği incir ağacının ve ölen karısının sesleri birbirine geçiyor. İncir ağacının ve ismiyle defne ağacını hatırlatan karakterin aynı kökte buluşmasıyla romanın farklı türler arasındaki ayrımı kırdığını görüyoruz.

Fakat İncir/Defne ağacının sesini, romanın diğer anlatıcısından ayırt edebilmeliydik. Şafak, ona özgü bir konuşma biçimi kazandırmalıydı. Ağaç ve Defne arasındaki paralellik, benzer melankolik ruhlarından belliydi. Bu hüzünlü varlığın sesi, dili, söylemi, grameri ve seçtiği kelimeler farklı olabilirdi. Defne’nin “gelgit gibi, ardışık dalgalar halinde” (330) gelen melankoli nöbetleri, romanın formuna yansıtılmalıydı. Baştan sona tek anlatım tarzının hâkim olduğu roman, bu fikrime teorik olarak katılıyor: 

Ağaç zamanı hikâye zamanına denktir-tıpkı hikayeler gibi, ağaçlar da mükemmel düz çizgiler, kusursuz eğriler ya da tam dik açılarla gelişmezler; eğilir, kıvrılır, çatallanır ve fantastik şekillere bürünürler, mucizevi dallar uzatır, buluşlu yaylar çizerler. Uymaz yani birbirine, insan zamanıyla ağaç zamanı. (66)

Şafak’ın kelimelerle anlattığı eğilim, kıvrım ve çatallanmayı romanın formunda görmek isterdim. Örneğin, Lefkoşa’da bombalanma sonucu “delik deşik olmuş yıkık dökük” evler gibi romanın formu da yıkık dökük olabilirdi. Bize, deneysel anlatım teknikleriyle “mucizevi dallar” uzatabilirdi. Kayıp ağaçlar adasında biz de kaybolabilmeliydik. Fakat roman, pasajda tarif edilen uyuşmazlığı forma taşısaydı, olayların nerede ne zaman geçtiğini, kimin Türk ya da Rum olduğunu, aşkların nasıl sonuçlandığını, karakterlerin neden nasıl öldüğünü bilmek isteyen okuyucuları kaybedebilirdi.

İncir ağacı, “ben her zaman her hikâyeyi çeşitli açılardan, değişen perspektiflerden, çelişen anlatımlardan kavramaya çalıştım” (219) dese de Şafak’ın romanları arada derede hayatları benzer ton ve formla irdeliyor. Örneğin, romanda Türk-Rum ailenin kızı Ada, bana Baba ve Piç’te Türk bir üvey babayla büyüyen Ermeni Armanoush’u hatırlatıyor. Karakterlerin hayatları ne kadar çalkantılıysa romanların formu bir o kadar dingin.

Türkçe çevirisi Doğan Kitap’tan çıkan Kayıp Ağaçlar Adası’nı, sürükleyici ve hüzünlü aşk hikayeleri okumak isteyenlere tavsiye ederim. İncir ağacı üzerinden farklı canlı türlerinin, efsanelerin ve kültürlerin buluşması etkileyici. Fakat Lefkoşa-Londra ekseninde ve 1970’lerden bugüne yaşanan türbülansta sarsılmayı beklemeyin. Şafak’ın bir sonraki romanında çok daha cesur anlatım teknikleriyle karşımıza çıkması ve okuyucuyu karakterleriyle birlikte eşiğe sürükleyebilmesi dileğiyle…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!
Verified by MonsterInsights