May 20, 2024

Oppenheimer: Amerikalı Prometheus’un John Donne Aşkı

Atom bombasını keşfeden fizikçinin hayatını merak etmediğim için kuşkuyla yaklaştığım filmin, İkinci Dünya Savaşı’nı biyografi, şiir, mitoloji ve resimle anlatmasına hayran kaldım. Hâlâ etkisinden çıkamadığım film, J. Robert Oppenheimer’ın sanata ve fiziğe duyduğu aşkı hem diyaloglarla hem de görsel efektlerle başarıyla örmüş. T. S. Eliot, Pablo Picasso ve on yedinci yüzyılda yaşamış İngiliz şair John Donne’a referans veren Oppenheimer, sadece fen bilimlerinin değil, edebiyat ve sanatın da tarihi nasıl şekillendirdiğini gösteriyor.

Filmin edebiyattan beslendiği, Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü adlı 2006 Pulitzer ödüllü kitaptan uyarlanmasından belli. İngiliz yönetmen Christopher Nolan, ünlü fizikçinin hayatını Kai Bird ve Martin Sherwin’in kitabı üzerinden kurgulayarak objektif tarih anlayışını kırıyor. Olaylar zincirini sırasıyla takip etmek yerine farklı zamanlar ve mekanlar arasında gezen filmin gerçeklik kaygısı yok. Oppenheimer’in (Cillian Murphy) hayatını anlatmaya Yunan tanrısı Prometheus ile başlayan Nolan, biyografi ve hikâye türleri arasındaki farkı başarıyla sorguluyor. 

İsmi “öngören” anlamına gelen Prometheus ve fizik dehası arasındaki paralellikler, güç savaşlarının yüzyıllardır devam ettiğini gösteriyor. Rivayete göre geleceği bilen Prometheus, çaldığı bilgi ateşini insanlara sunarak medeniyeti başlatır. Hür iradeleriyle kendi hayatlarına yön verecek insanlar, Zeus’un hakimiyeti için bir tehdittir. Zeus, Titan tanrılarını devirip krallığını ilan etmesine yardım eden Prometheus’un desteğini çabuk unutur. Kayaya zincirlediği Prometheus’un karaciğerini yemesi için bir akbaba gönderir. Karaciğeri her parçalandığında yenilenen ölümsüz tanrının çektiği işkence sonsuzdur. 

Filmde, icat ettiği atom bombasıyla tarihi değiştiren Oppenheimer da Prometheus gibi her gün cezalanan bir ateş tanrısı. Hiroşima ve Nagazaki’yi yıkan ve yüzbinlerce insanı öldüren bu ateş, dönüp dolaşıp kendisini yakıyor. Çorak Los Alamos’daki buluşuyla Amerika’ya İkinci Dünya Savaşı’nı kazandıran fizikçi, entrikalarla örülü Amerikan politikasına kurban oluyor. İş adamı Lewis Strauss (Robert Downey Jr.), kendisi ile dalga geçen Oppenheimer’dan intikamını güvenlik izninin yenilenmemesini sağlayarak alıyor. Komünist partisi üyeleriyle ilişkisi olan fizikçiyi ajan ilan edecek kurulun üyelerini itina ile seçiyor. Çapraz sorguya tutulan bilim insanının geçmişi, aynı Prometheus’un karaciğeri gibi defalarca deşiliyor. Laboratuvar ve mahkeme sahneleri arasında gidip gelen filmdeki sorgulama, fizikçiyi olduğu kadar seyirciyi de boğuyor. Nasıl zincirlenmiş Yunan tanrısı acısını belli etmiyorsa karısının önünde komünist sevgilisi ifşa edilen Oppenheimer da çaresizliğini göstermiyor. Film, atom bombasının keşfinden çok Amerika’nın, sayesinde “zafer” kazandığı bilim insanını, bir akbaba gibi yiyip yutmaya çalışmasını anlatıyor.

Amerikalı Prometheus, tarihin ilk atom bombası testinin adını Hristiyanlıkta “Baba, Oğul, Kutsal Ruh” anlamına gelen Trinity (Üçleme) koyduğunda, farklı çağlar ve inançlar buluşuyor. Trinity isminin John Donne’un (1572-1631) Kutsal Üçleme’ye referans veren “Vur kalbimi, üç kişilik Tanrı” sonesinden geldiğini söylüyor. Şiirde anlatıcı, şeytanın kuşatmasından kurtulup ayağa kalkabilmek için tanrıdan yüreğini parçalamasını diler. Eğer tanrı onu büküp devirirse yeniden doğabilir. Tanrı tarafından hapsedilmezse özgürleşemeyeceğini ve baştan çıkarılmazsa iffetli olamayacağını haykırır. 

Nolan, şiirdeki varoluş sorunsalını çok güzel yakalamış: Amerika zaferle savaşı sonlandırmak için Japonya’yı yok ediyor. Fakat Nolan, atom bombasının patlama görüntülerini ve seslerini zafer çığlıklarının atıldığı Los Alamos’a yansıttığında ölüm-hayat ve başarı-kayıp birbirine geçiyor. Ünlü fizikçi, ne kadar keşfinden gurur duysa da ölen insanların son bakışları onu hayalet gibi kovalıyor. Donuk gözlerinin arkasında bitmeyen bir vicdan muhasebesi var. Yetkililerin hangi Japon şehirlerini bombalayacaklarını seçerken danıştığı fizikçinin, kendi deyişiyle “dünyaları parçalayan ölüm” rolünden çıkması için belki de önce Donne’ın anlatıcısı gibi yanıp tutuşması lazım. 

Filmde sadece New Mexico eyaletinin gözden ırak çölleri değil, her yer Oppenheimer’ın okuduğu T. S. Eliot’un şiiri Çorak Ülke’sini (1922) hatırlatıyor. Eliot, Birinci Dünya Savaşı sonrası yitip giden toplumun karanlığını anlatır. John Donne’ın aksine yıkım sonrası yeniden doğuşa inancı yoktur. Fizikçinin müzede hayranlıkla baktığı Pablo Picasso’nun tablolarındaki geometrik şekiller de bölünmüşlüğe ayna tutar. Eliot’un modernist imgeleri ve Picasso’nun kübist resimleri gibi farklı parçaları mozaiğe dönüştüren film, izleyiciyi savaşın türbülansına dahil ediyor. 

Peki, Oppenheimer atom bombasının “babası” mı gerçekten? Yoksa şiddet çarkının eğittiği, beslediği, yetiştirdiği çocuğu mu? “Baba” rolü, nükleer silah üretecek Manhattan Projesi’ni başlatan ve destekleyen orduyu, politikacıları ve iş insanlarının payını unutturmuyor mu? Kocasına, “Günahlarının sonuçları için oturup sana üzülmemizi bekleyemezsin.” diyen fakat Trinity testinin başarısına sevinen Katherine (Emily Blunt) de ister istemez bu “günahın” ortağı. Ne bombanın yaratıcısını ne de onu yaratan toplumu alkışlayan Oppenheimer’ı mutlaka görmenizi tavsiye ederim.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!
Verified by MonsterInsights